Süleyman Turna
İthaki Yayınları’ndan çıkan ‘Kurbağa Adası – Bir İstanbul Distopyası’ adlı kitabıyla FABİSAD tarafından verilen 2022 Gio Roman Ödülü’ne layık görülen Selim Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yeni bir romanı daha yayınlandı. ‘Derin Merhamet’ adlı bu roman da diğer roman gibi İthaki Yayınları etiketine sahip.
Bir yol hikayesiyle açılır ‘Derin Merhamet’. Orta yaşlı, kıvırcık saçlı bir erkek olan Meriç karavanıyla seyahat etmektedir. Yolda kendisine otostop çeken bir üniversite öğrencisini alır. İkili, Dikili’ye doğru giderlerken yol boyunca sohbet ederler ama üniversiteli müzisyen, Meriç’te bu tuhaflık olduğunu sezer. Adı konulmuş bir tuhaflık değildir bu; alttan altta hissedilen, rahatsızlık veren bir sezgidir. Çok geçmeden de işin içindeki bit yeniği ortaya çıkar. Küçük bir zıtlaşma sonucunda kendini kaybeden Meriç, üniversite öğrencisini öldürür.
Roman, bu olaydan sonra bölümler arasında zaman atlamaları yaparak ilerler ve biz Meriç’i bir fotoğrafçı olarak kreşe iş görüşmesine gittiğinde görürüz. Romanın esas serüveni de bu noktadan itibaren başlar. Meriç, kreşin sahibi Meltem’le sevgili olur ama onun hedefindeki asıl isim, Meltem’in yakın arkadaşı ve küçük bir kafenin sahibi olan Linda’dır. Ancak yanlış anlaşılmasın; buradaki mesele bir aşk üçgeni değildir; Meriç’in hastalıklı ruhundan geçen şeyler aşkla açıklanamaz.
Meriç sorunlu bir insan olarak büyür. Özellikle de annesinin çekip gitmesi, Meriç’in babasıyla büyümek zorunda kalması ve babasının ona karşı olan tavırları, ruhundaki karanlığın güçlenmesine sebep olur. Pek tabii ki tek sebep bu değildir. Asosyal biridir Meriç. Okulda pek arkadaş ortamı olmaz. Hele hele kızlarla hiç konuşamaz. Öğretmenleriyse onu genelde görmezden gelirler. Bütün bunların toplamıysa Meriç’te özgüvensizliğe sebep olur.
DOZUNU GİDEREK ARTIRAN ŞİDDET
İlerleyen yıllarda bunların üstesinden gelmek için geçmişini tuhaf yalanlarla bezemeye başlar Meriç. Örneğin üniversiteli gence ODTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği ve Biyoloji bölümlerinde çift anadal yaptığını, çok yetenekli bir müzisyen olduğunu, neredeyse gitmediği yer, çalmadığı şarkı kalmadığını söyler. Meltem ve Linda’ya da dünya çapında bir fotoğraf sanatçısı olduğunu, onlarca ödüle layık görüldüğünü anlatır. Diğer bir deyişle; alternatif bir geçmiş yaratarak kendini önemli, kıymetli kılmaya çalışır.
Ancak tek bir şeyin üstesinden gelemez; içindeki şiddetin. Hatta bu şiddet, dozunu giderek arttırır. Meriç çocukluğunda, balığının halının üstünde can vermesini büyük bir ilgiyle izler. Biraz daha büyüyünce kedi, köpek gibi hayvanları öldürmeye başlar. Ve Dikili yolunda da ilk defa bir insanı öldürür.
Ancak öldürdüğü tek insan o üniversiteli genç değildir. Meltem’le sevgili olduğu yıllarda da bir kız çocuğuyla dedesini öldürür. Düzenini kurduktan sonra da hafta sonları ava çıkar. Evet, gezilerini av olarak nitelendirir Meriç ve özellikle ona karşı koyamayacak güçsüz çocukları hedefler. Genelde sayfiye yerlerde dolaşıp karavanını uygun bir yere çeker ve etrafta kamera bulunmadığından emin olunca da kurbanını kaçırıp öldürür.
‘HER ŞEYE GÜCÜ YETEN BİR TANRI’
Kelimenin tam anlamıyla bir seri katildir Meriç. Öldürdüğü her kurbanının yanına bir ayı biblosu koyup onları böyle gömer ama bundan çok da memnun değildir. Zira öldürdüğü insanlara tabiri caizse bir sanat eseri muamelesi yapar. Onların -dolayısıyla kendisinin- görünür olmasını arzular. Her cinayetinden sonra kayıp haberlerini taraması bundandır ama hiçbir şey bulamaz.
Bütün bunlara rağmen hiçbir pişmanlık hissetmez. Aksine, dünyaya bu amaçla geldiğini, evrenin kendisini bu yüzden seçtiğini ve desteklediğini düşünür. İşlediği her cinayeti de evrenin tuvaline atılmış bir fırça darbesi olarak görür. Görülmek ve incelenmek istemesi de biraz bundan ötürüdür.
Bu his -tıpkı seks gibi- hem bir zorunluluk hem de bir haz unsurudur ona göre. Yıllar önce halının üstünde can çekişen balığın ona baktığı gibi, öldürdüğü her hayvan ve insanda da bu bakışı, acziyeti, yalvarışı arar. Böylelikle kendini Tanrı yerine koyar. Her şeye gücü yeten bir Tanrı.
Yani bir yandan işlediği cinayetlerle, bir yandan da uydurduğu yalanlarla kendi geçmişini, yıllar evvelki o silik çocuğu anbean öldürür. Ne var ki anılar bir türlü ölmek bilmez. Meriç de bu yüzden cinayetlere ve yalanlara devam etmek zorunda kalır.
Ancak ‘Derin Merhamet’te polisiye bir kaçma-kovalamaca söz konusu değildir. Hatta bu kitaptaki polisler figüran konumundadırlar; neredeyse hiç yokturlar. Biz de buradan anlarız ki Erdoğan’ın temel derdi bir kaçma-kovalamaca yaratmaktan ziyade, karakter odaklı bir suç romanı yazmaktır. Tıpkı Meriç’in kendini “karakter fotoğrafçısı” diye pazarlayıp, fotoğrafını çektiği insanların karakterlerini yüzlerindeki ifadelerde ortaya çıkarmaya çalışması gibi, Erdoğan da bunu Meriç’e yönelik yazarak yapar.