Atatürk ve ÖzTürkçe tartışması sürüyor: Tarihi tersine çevirdi… Hürriyet Yaşar yazdı

Kaan Arslanoğlu Odatv’de kaleme aldığı “Atatürk Öztürkçeye Karşıydı” başlıklı yazısında “Atatürk ÖzTürkçeyi bırakmıştı, ÖzTürkçeye karşıydı, belgelidir, ispatlıdır” ifadelerini kullandı.

Dilbilimci Kemal Ateş’in, Aydınlık’taki yazısının ardından Arslanoğlu’na bir farklı eleştiri ise yazar Hürriyet Yaşar’dan geldi.

Hürriyet Yaşar’ın Odatv yazarı Kaan Arslanoğlu’na cevabı ise şu şekilde:

Atatürk öztürkçeye karşıymış! Yazıp söyleyen: Kaan Arslanoğlu. Yayım yeri: Odatv. Tarih: 2025, 30 Ağustos Zafer Bayramı günü. Yanıtı da Odatv’ye göndermek kaçınılmaz oldu.

Sözkonusu yazıdan aşağıya yapacağım alıntı, ‘pes’ dedirten birçok yanlışı ve çelişkiyi birden içeriyor (Yazım biçimine dokunmuyorum.):

“Atatürk ÖzTürkçeyi bırakmıştı, ÖzTürkçeye karşıydı, belgelidir, ispatlıdır. Güneş-Dil kuramındansa vazgeçmemişti. O da belgelidir. İnönü de ÖzTürkçeci olmadı, belgelidir. Peki nereden çıktı bu ÖzTürkçe saplantısı? Açıktır ki ÖzTürkçecilik Güneş-Dil hamlesini, Atatürk’ün dil devrimini sabote etmek için programlanan gerici bir hamledir.”[1]

ATATÜRK’ÜN ÖZLEŞMEDEN VAZGEÇTİĞİNİ SÖYLEYEBİLMEK İÇİN, TARİHİN AKIŞINI TERSİNE ÇEVİRMEK GEREKİR

Atatürk’ün 1938’de yaptığı dil işlerini 1927’ye koyup kendisini ordan geriye doğru yaşatırsak, yani işlerinin oluş sırasını gerçeğin tersine dizersek, öztürkçeyi bırakmış gibi görebiliriz. O zaman 1927’de Osmanlıca yazıp okuduğu Söylev’ini de 1938’de okumuş saymamız gerekir. 1932’de kurduğu TDK’yı ve başlattığı özleşme çalışmalarını da 1920’lere götürmeli!

“Mustafa Kemal’i Samsun’a Vahdettin gönderdi,” “Atatürk yaşasaydı Refah’lı olurdu,” gibi tersine çevirmelerin yeni bir örneğini görmüş oluyoruz. En son duyduğum ters çevirme, Metal Fırtına adlı romanın yazarı diye görünen iki kişiden birinin “Sevr ile Lozan aynıdır” tezli kitabıydı. Geçenlerde de, ‘tarihçi’ Murat Bardakçı’nın “Mandolin çalmakla köy kalkınmaz” diyerek Köy Enstitüleri’ni mandolin kursuna indirgediğini duyduk.

Bilmem Kaan Arslanoğlu Türkçenin kurtuluş savaşında şöyle demiş olarak yürekleri kanattığının ayırdında mıdır: “Keşke Osmanlıca kazansaydı.” Söylemi tanıdınız değil mi? Ama özleşmeye “gerici hamle” derseniz, Türkçeyi “yabancı diller boyunduruğundan kurtaran” özleşmenin öncesindeki Osmanlıcayı ilerilik ya da ‘doğru Türkçe’ saymış olmaz mısınız? Evet, yüreğim kanıyor. Bunu Osmanlıcacı gericiler söyleseydi belki yine yanıt verirdim ama böyle üzülmezdim.

Gelelim yazıdaki çelişkilerle yanlışlara.

Öztürkçecilik, Atatürk’ün dil devrimini sabote etmek için programlanmış! Kimmiş bu sabotajcılar? Hepsi Atatürkçü TDK’cılar mı? Her şeyden önce… Atatürk’ün dil devrimi, Türkçenin özleştirilmesinden başka nedir ki, öztürkçecilik dil devrimini sabote edebilsin? Arslanoğlu ne dediğinin ayırdında mı?

Atatürk öztürkçeyi bırakmışmış! Kanıt olarak da onun 1937 tarihli konuşmasındaki Osmanlıca sözcükleri gösteriyor. Onları kanıt olarak kullanmak, Atatürk’ün kameraları sevmediği için televizyonlara çıkmadığını söylemek gibi bir gülünçlük. O sözcüklerin öztürkçeleri var mıydı ki kullansındı? ‘Silah, insan, tarih, kahraman, cumhuriyet, asker, fabrika, selam, hak…’ Kaan Arslanoğlu’nun o konuşmadan seçtiğini söylediği bu sözcüklerin yerine öztürkçelerini bugüne değin bile koyabildik mi ki? Ama saydığı öbür sözcüklerin yerine öztürkçeleri bulunmuş olsaydı, Atatürk kullanırdı. Nerden mi biliyoruz? Arslanoğlu’nun “bırakmıştı” dediği öztürkçe çalışmaları içinde 1936-37 kışında gecesini gündüzüne katarak (bir işe yoğunlaşınca öyle çalışırdı) Geometri kitabını yazıyor. Üçgen, dörtgen, beşgen, eşkenar üçgen, boyut, çizgi, çap, yarıçap, teğet, açı, açıortay, içters açılar, dışters açılar, yatay, düşey, dikey, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan… gibi daha nice sözcüğü türetip bularak ulusuna armağan ediyor. Kaan Arslanoğlu göze alabilirse bunlardan beğenmediklerini kullanmayıp örneğin ‘üçgen’ yerine ‘müselles’, ‘eşkenar üçgen’ yerine ‘müselles-i mütesâviyül adlâ’, ‘eşit’ yerine ‘müsavi’, ‘orantı’ yerine ‘tenasüb’ diyebilir. (Bunları yazarken, soldan gelen bir romancıya bu yanıtı yazmak zorunda kaldığımı düşündükçe utanıyorum.)

Atatürk Güneş-Dil kuramından (bütün dillerin insanın güneşle ilişkisinden ve Türkçeden çıktığı tezinden) vazgeçmiş midir? Tartışmalı olan bu konuya burada girmeyeceğim. Atatürk’ün meclise ‘kamutay’ dediği ve milletvekillerine “Yüce Saylavlar” diye de seslendiği aynı söylevde öztürkçeciliğine başka örnekler vermek istiyorum: ‘Sevinç, başlangıç, başarı, yurt, eşit, engel, önem, verim, kalkınma, artırmak, türe, sağlık, göçmen, uygun, uygunluk, kesinlik, ilişik (‘ilişki’ anlamında), dizik (‘Kanun diziği’ diyor, ‘dizik’ sözcüğü bugüne gelemediği için, anlamını çözemedim.), değerli (beş on yıldır ‘kıymetli’ sözcüğünü diline dolayan ilericiler düşünmeli), kavramak, bölge, örnek, gerek, kurum, gelir, işletme, büsbütün, emek, üretim, dilemek, vergi, güçleştirmek, varlık, düşünce, eğitmen, öğretmen, ad, komutan, belirtmek, ulusal, anlaşma, bilgi.

Bir sonraki yıl, sağlığı elvermediği için Celal Bayar’ın okuduğu açış söylevinde ise “Dil Kurumu en güzel ve feyizli bir iş olarak türlü ilimlere ait Türkçe terimleri tespit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hadise olarak kaydetmek isterim,” diyor. Şimdi bu seslenişteki yabancı sözcükleri seçip Atatürk öztürkçeyi bırakmıştı” diyebilir miyiz? Bir bataklığın içinden dışına doğru yürüyen kişinin bedeni, bataklıktan başka yerde olabilir mi? Arslanoğlu’nun sözde kanıt gösterirken yaptığı şey, bu zorunluluğu görmezlikten gelmektir.

FALİH RIFKI’NIN ANISI, ÖZLEŞMEDEN VAZGEÇME KANITI GİBİ GÖRÜNMÜYOR

Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk’ten aktardığı “Dili bir çıkmaza saplamışızdır” sözüne gelince… Anının geçtiği Çankaya kitabındaki yazıda, özleşmeye yönelişten mi, özleşmede gidilen aşırılıktan mı, dil işleri içinde başka bir şeyden mi söz ettiği, çok da ayırt edilemiyor. “Çıkmaz” dediği şey, Osmanlıca batağı bile olabilir. Atatürk “saplamışızdır” sözünde gizli duran ‘biz’ adılını, kendisi de Osmanlı subaylığı geçmişinden geldiği için kullanmış olabilir gibi görünüyor. Aralarında Attila İlhan’ın da olduğu özleşme karşıtlarının, başka hiç kanıt bulamadıkları ‘Atatürk’ün özleşmeden vazgeçtiği’ savına gösterdikleri tek ‘kanıt’ olan bu bölümü, Atatürk’ün özleşmeden vazgeçtiğini gösterip göstermediğinin ortaya çıkması için buraya aktarmayı son derece yararlı görüyorum:

“Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim, yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti.

-Dili bir çıkmaza saplamışızdır, dedi.

Sonra:

-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız, dedi.”

Alıntıya burada ara verip Atatürk’ün “Çıkmazdan biz kurtaracağız” derken ‘yine’ demeyişine dikkat çekmek istiyorum. Türkçede bir kişi kendi yanlışını gösterdikten sonra, o yanlışı kendi düzeltişinden söz ediyorsa, ‘yine’ sözünü kullanır, ‘yine biz onaracağız’ ya da ‘yine biz düzelteceğiz’ der. Burada Atatürk’ün ‘yine’ demeyişi, kendisinin öncülük ettiği bir yanlıştan söz etmediğinin güçlü bir göstergesidir. Şimdi aynı anıyı, kaldığımız yerden aktararak, bu yöndeki başka güçlü göstergelere bakalım:

“O vakit Saffet Arıkan’la beraber yeni lûgat komisyonu kurduk. Bu komisyona Hasan Âli, Necmettin Sadak, Celal Esat, Köprülü Fuat, Reşat Nuri, Ali Muzaffer gibi âzalar seçmiştik. Anadolu kulübünde ‘Cep kılavuzu’ denen Osmanlıcadan Türkçeye lûgatı hazırlamaya başladık. Usulümüz pek sade idi: Bir Türkçesi olan yabancı kelimeleri tasfiye ediyorduk. Kullanılır Türkçesi olmayanları Türkçe olarak alıkoyuyorduk. Artık Türkçe kelimeler yapılma devrine girmiş olduğumuzdan, şivemizdeki ek ve köklerden yeni kelimeler üretiyorduk.

Atatürk başlangıçtan pek hoşnut kaldı. Hattâ bir akşam, rahatsız bulunan Başvekilin evine gider, ‘-Bu çocuklar bizi çıkmazdan kurtaracaklar,’ der. Beni Karpiç lokantasına yemeğe davet ederek bu müjdeyi verdi idi.”

Kaan Arslanoğlu’nun da, Attila İlhan’ın da, başka özleşme karşıtlarının da, “Atatürk özleşmeden vazgeçmişti” savlarına kanıt olarak gösterdikleri tek anının o bir iki satırlık yerinin hemen sonrası işte böyledir. Falih Rıfkı Atay’ın anısının bundan sonraki bölümü, Atatürk’ün özleşmeden vazgeçtiğinin değil, tam tersine, ılımlıların isteyebileceğinden çok daha ilerisini istediğini gösterecek içeriktedir:

“Sonra bir gün:

-Niçin müfrit dediklerinizi de heyete almıyorsunuz? diye sordu. (‘Müfrit’, ‘aşırı, aşırılıktan yana’ demektir. H.Y.) Yaptığınızın itiraz edilecek nesi var? Lûgatinizi bitirdikten sonra tenkid edeceklerine onlarla şimdiden münakaşa edersiniz, dedi.”

Anının bundan sonrasında özleştirme çalışmalarını anlatan Atay, Çankaya’daki bu bölümü şöyle bitirir:

“Biz gençken çocuğu olanın ilk aradığı şey, bir edebiyatçıya giderek hiç duyulmamış bir Farsça veya Arapça bir isim soruşturmaktı. Bugün herkes duyulmamış bir Türkçe isim aramakta ve bu isimler, yeniden yapılmaktadır.

Bu, şunu gösterir ki, artık ‘bir şeye inanılmamakta’ ve ‘bir şeye inanılmakta’dır. İnanılmayan şey Osmanlıca, inanılan şey Türkçedir.”[1]

Bu anıyı, Atatürk’ün ‘çıkmaz’ derken özleşmeyi kastettiğine yormak için, çarpıtma isteği gerekir. Falih Rıfkı’nın Atatürk’ü çarpıtmak istediğine inanmak için ise, anının tümüne bakmayıp, çarpıtmacıların aktardığı alıntıyla ve onların yorumlarıyla yetinmek gerekir.

ANAYASAMIZIN DİLİ İSMET İNÖNÜ DÖNEMİNDE ÖZLEŞTİRİLDİ

Gelelim İsmet İnönü’nün öztürkçeci olmadığı savına. Bu kadar ileriye, Attila İlhan bile gitmemişti. İnönü “hiç ÖzTürkçeci olmadığı halde Güneş-Dil’e karşı bir taktik atak olarak onu dolaylı destekledi,” diyor Arslanoğlu. Kanıt gösterme gereği duymuyor. Bir tarihe dek özleşmeden yana göründü, o tarihten sonra özleşmenin karşısına mı geçti İnönü? O tarihler hangi tarihler? Bu savın kanıtları nerede? Böyle bir bilimsel sorumluluk da duymuyor. Ama hem “özleşmeyi taktik gereği de olsa destekledi” diyor İnönü için, hem de “Lozan Muahedesi lafı hâlâ kulaklarımda” diyor. İnönü’nün o kullanımı benim de kulaklarımda ama onun özleşme karşıtı olduğunu hiç de düşündürmedi. ‘Antlaşma’ yerine ‘muahede’ deyişinin, seksen beş yaşını aşmış bir insanın, önceki yıllarındaki duyarlılıklarını koruyamamasının bir örneği olduğu apaçık bellidir o röportajda. Yine yaşlılık dönemindeki (1971-72) meclis konuşmalarından Arslanoğlu’nun verdiği örnekler de İnönü’nün özleşme karşıtı olduğunu değil, özleşme konusundaki duyarlılığını yitirdiğini gösterir. Öyle olmasa, anayasamızın dilinin 1945’te Osmanlıcadan arındırılıp özleştirilmesini, İnönü’nün öztürkçe sözcüklerle verdiği onca söylevi nereye koyacağız?

ESKİ OLANDAN KOPUŞU GÖZE ALAMAYANLAR DEVRİM KARŞITI OLURLAR

Bunları bilen ve kendini gerçeğe bağlı duyumsayan biri, Atatürk’ün de, İnönü’nün de özleşme karşıtı olduğunu söyleyemez, söyleyenlere de inanmaz. Peki bunca somut gerçeğe karşın bunu nasıl söyleyebiliyorlar? Bunun için Kaan Arslanoğlu’nun kendi dilindeki çelişkileri görelim önce.

Attila İlhan özleşme karşıtlığı yaparken, kendi döneminin yabancı sözcüklerle dolu diline gitmeye çalışır. Başka özleşme karşıtları da öyle. Onların dilinden ve beğenmedikleri özleşme örneklerinden, Türkçenin hangi döneminde kişiliklerinin oluştuğu da anlaşılır.

Toplumların yaşamında ‘devrim’ denen hızlı ve sert dönüşüm, sel gibidir. Akarken, onun hızına ayak uyduramayanların kişiliklerini oluşturan duygusal yapıtaşlarını da önüne katıp sürükler. Geçmişlerinin ve oluşumlarının duygusal çağrışımlarından kopuş istemeyenler, bu devrimci akışta tutuculaşıp devrim karşıtı olurlar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Ahmet Hamdi Tanpınar’ının da, o güzel şiirlerin şairi Attila İlhan’ın da özleşme karşıtlıklarının altında yatan bu tutuculuğu görebiliyoruz. Kaan Arslanoğlu’nun özleşme karşıtlığı da, benzer bir rahatsızlıktan kaynaklandığı izlenimi veriyor. Devrim, uyuşukluğa, rahatlığa bağlananların sevebilecekleri bir dönüşüm değildir. Bizim sevdiğimiz ama özleşme yolunda vazgeçilen her yabancı sözcük, içimizde bir kopuş duygusu yaratır. İçimizdeki savaş, bu kopuşu göze alıp alamayacağımızın savaşıdır. Kopuşu göze almak istemeyenler özleşme karşıtı olurlar, göze alabilenler özleşmeyi benimserler.

İçte geçen ve tümüyle ‘kişiye özel’ yaşanan bu savaşta insan, dilin kendi kişiliğinin oluşum dönemindeki biçiminin, olduğu gibi (öylece) kalmasını ister. Ondan öncesinin yabancı sözcüklerinin yerini almış ve kendisinin de benimsediği öztürkçelerini doğru ve güzel, kendinden sonraki özleşmeyi aşırı ve yanlış bulur. Arslanoğlu’nun bu yazısının Türkçesinde de, bu çözümlemeyi doğrulayacak örnekler var:

Sözcük, sav, direnç, belge, bilgin, sunmak, yön, örnek, kuram, saplantı, dil (Osmanlı döneminde ‘lisan’ denirdi), devrim, gerici, açılış, incelemek, oluşmak, köken, tez, kurum, önem, gerek, bölüm, konu, ilgi, bilgi, sağlık, destek, yasak, atak, ortak, aydın, tüm.

Bu sözcüklerin hepsi özleşme ile türettiğimiz ya da tarama ve halk ağzından derleme yoluyla geri kazandığımız sözcüklerdir. Belli ki Kaan Arslanoğlu’nun kişiliği, bunların dilimizde bulunduğu dönemde oluşmuş. Bu sözcükleri kullanıyor, daha yenilerini ise istemiyor. Tıpkı Tanpınar gibi. Bu tutuculuk onu, varlığını özleşmiş Türkçeye borçlu bir yazar olarak çok acı bir noktaya savuruyor. O savrulduğu yerden, 1983 öncesinin devrimci Türk Dil Kurumu’na “Türkçe düşmanı” diyebiliyor. Türetmelerle, tarama ve derlemelerle diriltilen Türkçe bilinciyle bugünün Türkçesinin en büyük yaratıcısı olan Türk Dil Kurumu’na:

“Türk Dil Kurumu 1938’den bu yana Atatürk’ün dil tezine karşı savaşan, Türk dilini güçsüz ve fakir gösterme gayretinde Türkçe düşmanı bir kurumdur.”

Söylediği doğru sayılırsa… İşbirlikçi 12 Eylül faşistlerince, Atatürk’ün vasiyetnamesinin ve onun “Türk ulusunun, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarması” (yani özleşme) için kurduğu Türk Dil Kurumu’nun dernek niteliği gaspedilerek gericilere verilmiş bugünkü Osmanlıcacı TDK’yı ‘Türkçeden yana’ saymak gerekiyor. Bu savrulmanın gideceği yer ise ‘Osmanlıcayı bugünün özleşmiş Türkçesinden daha Türkçe’ saymak. Varacağı yer ise: “Keşke Osmanlıca kazansaydı.”

Çok yazık!

Author: can tok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir